Dünya MitolojileriMitolojiler
Trend

Çingene Mitolojisi

Çingene Mitolojisi;

Loholico nedir?

“Loholičolar kötü insanlar olup, Şeytanla bir anlaşma imzalamışlardır. Anlaşmadaki sürenin dolmasının ardından ise iğrenç, şehvetli, vücutlarının her yeri kıllarla kaplı, uzun kulakları ve çöp bacakları olan yaratıklara dönüştürülüyorlardı. Kolları, bir insanın kolundan iki kat daha uzundur. Bütün güçleri topuklarındadır. Eğer bir Loholičo’nun topuğundaki kıllar (Saç) alevden geçirilecek olursa, onu bütün gücü terk eder ve ölür.

Daha sonra şeytanlar onu yakar ve külünü, şeytanla bir anlaşma imzalamış olan daha başka adamların üzerine serper ve böylece onları birer Loholičo’ya dönüştürürler. Loholičoların karıları yoktur, kaçırmış oldukları genç bakirelerin idrarlarıyla birer kısrağa dönüştürür ve sonra onlara cinsel ilişki sırasında ölünceye kadar işkence ederlerdi. –Loholičoların kıralının bir çift kanadı vardır ve bir yerden başka bir yere rüzgar hızıyla gidebilmektedir.

Periler Kıraliçesi Ana’yla evli olup, kendisiyle olan evliliğinden dokuz Hastalık Cini dünyaya gelmiştir.

Ancak Loholičolar, bütün Kešalilerini yiyeceğiz diye onu tehdit ettikten sonra, Ana bu evliliğe razı olmuştu. Üstelik evlendikten sonra da, onunla birleşmeşi inatla reddetmişti. Kıral bu emeline ancak, karnı altın renginde bir kurbağanın tavsiyesine uyarak, onu bir saksağanın beyniyle uyuttuktan sonra ulaşabilmişti.

Hastalık Cinlerinin dokuzuncusu olan Poreskoro’nun görünüşü onu öylesine korkutmuştu ki, ‘Ana’yla bir anlaşma yaparak, eğer 99 yaşına (diğer bir rivayete göre 999 yaşına) basan bütün Kešalileri kendi adamlarına teslim ettiği taktirde, bundan onu terk edeceğini bildirmişti. Ana razı olmuş ve Loholičolar kıralı onu sonsuza kadar dek terk etmişti.”

Mulo kimdir?

“Asıl anlamı mulo, ölü demektir (mar – ölmek fiilinin artık kullanılmayan geçmiş zaman sıfat fiili biçimidir). Daha sonra, geceleri insanları korkutan bir ölünün ruhu anlamında da kullanılmıştır.

En ayrıntılı betimleme, H. V. Wlislocki’nin Balkanlar’daki Çingenelerin tasarımları üzerine yaptığı çalışmasında bulunmaktadır: ‘Mulo, ölü doğan bebeklerden türeyen vampire benzer bir yaratıktır. 30 yaşına kadar büyümekte ve ancak ondan sonra ‘ölüler diyarı’na geri dönmektedir… Vücudunda kemik yoktur ve her iki elinin orta parmağı eksiktir, çünkü onları mezarda bırakmak zorundadır. Eski gücüne kavuşması için, arkadaşları onun bu parmaklarını her yıl kaynatırlar. Mulolar yükseklerde, dağlarda yaşar ve geceleri çıktıkları sefer sırasında çaldıkları hazinelere bekçilik eder.’

Bir söylencede, Mulolar tarafından kaçırılmış olan iki bakire kızın Tatula tohumu yardımıyla nasıl kurtulduklarından söz edilmektedir.

Zanko’da, Mulo tökü bir insanın gezgin ruhu anlamındadır ve yaşayan kadınlarla cinsel ilişkiye girebilmektedir.

Orta ve Batı Avrupa’daki kavimlerde ise Mulo, yalnızca, geceleri ortaya çıkan bütün hortlak türlerini göstermek için kullanılan bir terimdir.

Hatta E.Wittich tarafından aktarılan bir Çingene duasında, Mulo Teslis’te geçen Kutsal Ruh (devleskoro mulo) yerine kullanılmıştır. Yine aynı kişi, Muloların beyaz (parno mulo) ve siyah (kalo mulo) Mulolar olmak üzere ikiye ayrıldığını ve bunlardan siyah olanların daha kötü olduğunu aktarmaktadır. Mulo inancı, sözlü gelenek açısından çok fakir olan kavimlerde dahi en yakın zamanlara kadar varlığını koruyordu. Mulolar hakkında anlatılan sayısız korku hikayeleri, ateş başında yapılan sohbetlerin vazgeçilmez bir parçasıydı.”

Müjde

“Çingeneleri yurtsuzluğa mahkum eden bedduanın uzak bir gelecekte gücünü kaybedeceğine dair bir müjde, gariptir ki pek az belgelenmiştir. F. De Ville bu tür müjdelerin bulunduğu Aumônier national des tziganes en France, Peder Fleury S.J., Belçikalı Çingenelerin Balibach’ı ve Romanichel Kako Chaudy’yi (Sara) kaynak olarak göstermektedir.

Bütün bu kaynaklara göre, tıpkı Yahudiler gibi Çingeneler de kendilerini seçilmiş bir halk olarak görürler. Bu halk, günün birinde dünyaya özgürlük ve kardeşlik üzerine kurulu bir altın çağ getirecektir. Bedduanın belli bir süreyle sınırlandırılması konusundaki yegane açıklama, Kako Chaudy’nin Firavun Efsanesi ve Kutsal Aile Efsanesi’ni anlattığı aktarımda geçer. ‘Deux mille ans d’errance en punition de notre crime’ (İşlediğimiz suçun cezalandırılmasının üzerinden iki bin yıl) geçmelidir ve ‘Le pardon viendra après deux mille ans et notre Faraono, noyé dans la Mer Rouge, ressuscitera et prendra le commandement des nôtres’ (Af iki bin yıl sonra gelecek ve bizim Kızıldeniz’de boğulan firavunumuz tekrar vanlanacak ve başımıza geçecek).

Norveç Alako Efsanesi’nde, onun Zafer Tanrısı olarak Çingenelere günün birinde nihai zaferi kazandıracağı ve onları kendi asıl vatanlarına geri götüreceğinden bahsedilir.”

Nivasi

“Nivašiler erkek su cinleri olup, şişkin vücutları, at toynakları, kızıl saçları ve sakalları vardır. İnsanları köprüden aşağıya çeker, onları suda boğar, ruhlarını çömleklere hapseder ve yalvarıp yakarmalarını dinleyerek eğlenirler. Nivašiler yalnız kadınlarla cinsel ilişkiye girerler.

Bir Nivaši’ni, uykudayken birlikte olduğu bir Çingene kızı, bir Kadın Büyücü’ye dönüşüverir. O andan itibaren karnında bir Yılan besler ve Nivaši tarafından sağaltım sanatının bütün gizlerini öğrenir. Nivašilerin kendileri, şifalı bitkileri yıldırımlardan almış, onlar ise bu bitkileri Tüm-Tohumlar-Ağacı’ndan (Ağaç Kültü) çalmışlardır.

Su cinlerinin dişi biçimini ise Nivašiler’in kızları oluşturur. Kendileri çok güzeldir ve elbise görevi gören gür Saç’larının dışında, yalnız bir çift kırmızı ayakkabı giyerler. Göllerin dibinde muhteşem saraylarda yaşarl ve ayanlarına ölümlü insanoğulları alırlar.

Bir Nivaši kızının ilk doğan erkek çocuğunun hiç kemiği yoktur ve doğduktan hemen sonra yürüyüp yüzebilmektedir. Daha sonra o bir Nivaši olur. Ardından, Nivaši kızı iki kız çocuğu daha dünyaya getirir. Ancak bunların kemikleri vardır ve kendileri birer Nivaši oluverirler.

Sonra ise, bu Nivaši kızı kocasıyla birlikte ölmek zorundadır ve Şeytan gelip onu alır. Erkek Nivašiler yaşlandığında, arkadaşları tarafından yenir. Eğer genç bir insanoğlu, mehtaplı gecelerde çayırlarda dans eden Nivaši kızlarından birini Tatula tohumu ile büyüleyip ayağından ayakkabılarını çıkarmayı başarırsa, sadık bir hayat arkadaşı kazanmış olur. Nivašiler, Wlislocki’nin ayrıntılı betimlemelerinin dışında, sadece Polonya’daki Çingenelerin inandıkları varlıkların kısa bir listesinde (karşılık olarak verdiği anlamlar ‘cüce, beberuhi’ şüphesiz yanlıştır) ve Ch. F.Paynes’in İngiltere’deki Çingeneler hakkında verdiği bilgilerde yer almaktadır.

İngiltere’deki Çingenelere göre, Nivašiler açık yeşil renkte genç kızlar olup, durgun suların dibinden su yüzüne çıkarlar. Kendilerini gün ışığında gören bir kıza şans ve ay ışığında görene ise felaket getirirler. –Wlislocki, Çingenelerdeki Nivašiler ile Hintliler ve Yunanlar’da görülen beygir biçimindeki sağaltıcı yaratıklar arasındaki o tuhaf benzerliğin farkındadır.”

Ölüler Ülkesi

“Wlislocki’ye göre, Orta Avrupa’daki Çingenelerin Ölüler Ülkesi, Rüzgar Dağları’nda bulunmaktadır (Dağ Kültü).130 Transilvanya’daki Çingenelere göre bir ölü, ancak vücudu çürüdükten sonra ölüler diyarına doğru yola çıkabilir. Ruh, bu yolculukta birbirleriyle çarpışan dokuz dağın yanından geçmek zorundadır.

Ardından yolunu bir yılan keser ve sonra buz gibi bir rüzgarın estiği on iki çölden geçilir. Bu sırada ölü, üstündeki elbiseleri ve çarşafı yakarak, bu soğuk rüzgardan korunmaya çalışır. Bir insanın öte dünyadaki yaşamı, onun ölümlü dünyadaki yaşamının aynısıdır.

Hangi kavimlerde rastlandığına ve ne ölçüde bir bütün oluşturduklarına hiç değinmeden- M. Block daha başka bilgiler eklemiştir. Ölüler Ülkesi’nin bir dağın üstünde bulunduğu ve dokuz beyaz Köpek tarafından korunduğu biçimindeki tasarımı, M. Block herhalde Wlislocki’den devralmıştır. O da bunu, bir insanın Ölüler Ülkesi’ne yaptığı yolculuğun anlatıldığı bir masalda betimlemektedir.

Daha başka bilgiler ise, M. Block’un kendi araştırmalarına dayanıyor görünmektedir: İki ay boyunca karanlıkta yapılan bir yolculuğun ardından, ölünün karşısına çıkan insan eti yiyen kara derili imparatorun sarayı; üzerinde insanların yaşadığı dünyanın bir ucunda yer alan ve içinden geçerek ölüler diyarına ulaşılan delik; tıpkı at gibi nallanmış ve bir arabaya koşulmuş olan iki horoz; Ölüler Ülkesi’ne gidecek olanlar yolculuğa bu arabayla çıkmak zorundadır.

Yaşayan bir insanın, Ölüler Ülkesi’ne yaptığı yolculuğun ele alındığı hayal ürünü bir betimleme Zanko’da da mevcuttur (Proroe ve İlia).”

Phuvus

“Phuv ‘toprak’ ve manuš ‘insan’ sözcüklerinden oluşmakta. Bunlar, vücudu sık kıllarla kaplı ufak, çirkin yaratıklar olup yerin altındaki şehir ve köylerde yaşarlar. Genelde iyi yürekli ve minnettardırlar, ancak kadınları kaçırmaktan da hoşlanırlar. Yaşamları, kara bir Tavuk’un yumurtası içinde saklıdır. Eğer yumurta suya atılırsa, Phuvuš ölür ve bir deprem meydana gelir.

Phuvušlar toprağın yüzeyine çıktıklarında ise, başlarındaki üç sırma Saç teli bir şapkayla örtülmediği sürece görünmez olur. Phuvušların vücudundan koparılacak bir kılla taşları altında dönüştürmek mümkündür. Isırgan otu Phuvušlarca kutsal kabul edilir, çünkü şehirlerine giden yolların girişini gizleyen büyük taşların etrafını bu otlar sarmaktadır.

Toprağın yüzeyine çıktıklarında yanlarında bir kırmızı, bir de beyaz yumurta taşırlar. Kırmızı yumurtayla dokunduklarında, girişi kapayan taş yana çekilir; beyaz olanı ise bir güneş gibi parlayarak önlerinde yuvarlanır ve karanlıkta Phuvušlara şehirlerine giden yolu gösterir.

Phuvušlar da tıpkı Nivašiler gibi Kadın Büyücüler’in öğretmenidir. Phuvušların ahşaptan yapılmış kaba figürleri birer büyü fetişi olarak kullanılır.

Transilvanya ve Polonya’daki Çingeneler’e göre, Kukuja-Kavmi’nin atası bir Phuvuš’tur. Ch. F. Payne’nin İngiltere’deki Çingeneler üzerine tuttuğu notlarda, Phuvušlar bir yer icini ya da cüce olarak betimlenmektedir. Onlara yalnızca, ıssız bölgelerde tek başına yolculuk eden kimseler rastlayabilmektedir.”

Proroe ve İlia

“Zanko tarafından Kalderašlar hakkında aktarılan bir öyküdeki söylensel kahramanlardır. Bir çiftçi olan İlia, değirmenden eve dönerken Şeytan’larla (beńga) karşılaşır.

Bunlar kendisiyle alay edip kışkırtarak, yokluğu sırasında karısının başka bir erkekle birlikte olduğunu söyler. Karanlıkta evine girince, sözüm ona sofada birlikte uyuyan o çifti öldürür.

Ancak yatak odasında karısını görmesiyle irkilir ve öğrenir ki, o sıcaklardan dolayı sofada yatmış olan kendi anne babasını öldürmüştür. Mum ışığında karısıyla birlikte gözyaşı dökerken pencereyi güvercinler tıklatır ve kanatlarından koparacağı tüyleri ölülere sürmesini tavsiye ederler.

Bunun sonucunda ana babası tekrar yaşama döner ve Proroe adındaki babası oğluna bir dilekte bulunmasını söyler. Oğlu, bengaları avlayabilmek için bir mızrak, bir de yıldırım ister.

Onları suda, karada ve havada kovalar; ne zaman bir şeytan öldürse, yeryüzünde bebekler ölü doğar ve yangınlar çıkar. Oğlunun bu çılgınlığına bir son vermek için Proroe, karısının tavsiyesi üzerine oğlu İlia’nın önce bir kolunu, sonra da bir bacağını kaybetmesini sağlar.

Ne ki İlia’nın bir gözünü de yitirmesine yol açtıktan sonra, o yine şeytanları kovalamaya devam der; ama buna rağmen dünya eski dengesine tekrar kavuşur.

-H. W. Haussig’in belirttiğine göre, bu söylencenin kökeni Byline’de geçen Ilja Muromez’e ait eski bir Rus öyküsüne dayanmaktadır. Bu söylence Alman diline, ta Orta Yüksek Alman Yazınına –Ortnit Söylencesi olarak girerken, Haussig’e göre Çingeneler bu söylenceyle ancak 19.yüzyılda tanışmıştır. –Martin Pfeiffer, Proroe ve İlia’nın adlarının Slavca’daki ‘prorok İlija’ya (İlyas Peygamber) dayanabileceğine ve Fransızca kaynakta –k son sesinin yerine –e sesinin aldığına dikkat çekmektedir.

Ancak asıl kaynağın hangi dil olduğunu belirlemek pek mümkün değilmiş, çünkü (Eski Slav dillerinin çoğunda –gerek Güney Slavca, gerekse Batı ve Doğu Slavca’da- peygamber anlamına gelmekteymiş. Cins isim ve özel ismin yan yana bulunuşu belli ki farklı bir biçimde algılanmış ve bu durum iki ayrı şahsın ismi olarak yorumlanmış.

Bir başka öyküde ise Zanko diğer bir İlia’dan söz eder. Bu, yer altı dünyasından gelmiş ve iyileri ödüllendirip kötüleri cezalandırmak için yeryüzünde dolaşıp duran bir hakimdir. O, yedi kayınbiraderinden en büyüğünün kendisini ziyarete gelmesine, Arafları ve Cennetleri dolaşmasına izin vermektedir.”

Ruh göçü

“J.H.Schwicker’e göre, Macaristan ve Transilvanya’daki Çingeneler, öldükten sonra dirileceklerine inanmamaktadır. Onların inancına göre, ruh önce bir kuşun, oradan da bir Çingenenin vücuduna yerleşmektedir. İngiltere’deki Çingeneler guguk kuşuna dokunmazlar, çünkü onlara göre o, yeniden doğuşu gerçekleştirmek için çabalayan bir Çingenenin ruhundan başka bir şey değildir.

Ayrıca G.H. Borrow da, üstelik yalnız İngiltere’deki Çingeneler değil, İspanya ve Türkiye’deki Çingeneler arasında da, atalarının ruhun reenkarnasyonuna (yeniden canlanmasına, b.n.) inanmış olduklarına ilişkin silinmeye yüz tutmuş izlere rastlamıştır.

Macaristan’daki Çingenelere ait bazı şarkılar bu durumu desteklemektedir. (Koruyucu Ruh).”

Rüzgar Kıralı kimdir?

“Rüzgar Kıralı, Yer ve Gök’ün beş oğlundan en güçlü olanıdır. En yüksek dağlar (Dağ Kültü) ona aittir. Bu dağlardan biri de Kedi Dağı’dır. Öldükten sonra, günahkar insanların ruhları birer kara kediye dönüştürülmüş olarak bu dağda cezalarını çeker ve ancak ondan sonra Ölüler Ülkesi’ne girmelerine izin verilir.

Kara kediler bazen de insanlarla birlikte yaşar ve öyle yaptıklarında da, insanlar kimi zaman kapılarının önünde parıldayan bir taş buluverirler. Çingenelerin inancına göre, bu taşın bütün kilitli kapıları açabilme gücü bulunmaktadır ve dokunduğu bütün materyaller altına dönüşmektedir.

Rüzgar Kıralı, ayrıca yıldırım taşlarının oluşmasını sağlar. Bu taşlar, kardeşi Güneş Kıralı’na, insanlara şans getirme ve kehanette bulunma gücü verir. Rüzgar Kıralı ve çocukları, Ateş Kıralı’nın çocuklarını, yani yıldırımları sık sık önlerine katıp kovalar.

Bunlar eve dönüş yolunu şaşırıp yeryüzüne düşer ve düşer düşmez de taşa dönüşerek, toprağın ta derinlerine inerler. Dokuz yıl geçtikten sonra tekrar toprağın yüzeyine çıkar ve kendilerini bulan kişiye şans getirirler. Eğer o kişi bu taşı Güneş Kıralı’na ait dağlardan birinde bulacak olursa, bu durumda onu yalnız nazarlık olarak değil, ayrıca kehanet taşı olarak da kullanabilecektir.”

Sara kimdir?

“Efsaneye göre M.S. 41 yılında Filistin’de, Maria Magdalena ve havarilerden Yakup ve Yahya’nın anneleri Maria Jacobäa ve Maria Salomäa, dümeni ve yelkeni olmayan bir gemiyle denize bırakılır. Daha sonra gemi Provence kıyılarına vurur. Esmer tenli bir Mısırlı olan Sara, havarilerin annelerine hizmetçi olarak eşlik etmektedir. Kendisi, (1200 yılında kurulmuş bir kilise olan) Les Saintes-Maries-de-la-Mer Kilisesi’nde Çingeneler tarafından bir azize olarak görülmektedir.

15.yüzyıldan bu yana her yıl 24 Mayıs tarihinde ziyarete gelen cemaatten başka, dinsel alaya katılmak üzere özellikle Fransız Çingeneleri büyük gruplar halinde akın ederler. İçinde Azize Mariaların kemikleri ve heykelleri bulunan büyük sandal, çiçeklerle süslü halatların ucunda kulenin penceresinden aşağı sarkıtılır ve Çingeneler tarafından, vaktiyle bu küçük kayığın karay vurduğu sahildeki o yere taşınır.

Oradan denize indirilir ve Aix Başpiskoposu denizi kutsar. Çingeneler bir önceki geceyi, Sara’nın kemikleri ve heykellerinin muhafaza edildiği kilisenin yer altı mezarlığında sıkışık bir vaziyette geçirirler.

Onun resmine dokunabilmek ve öpebilmek için çabalarlar. Tıpkı Azize Mariaları taşıdıkları gibi, 1935 yılından itibaren onu da denizin kıyısına taşımalarına izin verilir.

Sara’nın saygı görmesinin nedeni muhtemelen, tıpkı Firavun Efsanesi ve Çingeneler ile Kutsal Aile hakkında anlatılan öykülerde olduğu gibi, onun Mısır’a kadar uzanan o efsanevi kökenine dayanmaktadır. Fakat belirsiz olan husus, başlangıçta önemsiz bir kişiyken, onun Çingenelerin azize kabul ettikleri bir şahsiyete ne zaman dönüşmüş olduğudur.

Yine Saintes-Maries-de-la-Mer’de geçen bir başka Sara-Söyleni’ni 1956 yılında Frans de Ville yayımlamıştır. Bu söylen, Kako Chaudy adında yaşlı bir Romanichel Çingenesinin, Robert Henry de Waterloo adında bir kişiye sözlü açıklamada bulunması ve onun da aldığı notları F. De Ville’ye göstermesi sonucu ortaya çıkmıştır. Buna göre, Hz.İsa’nın doğduğu yıllarda Rhône Irmağı’nın ağzında metal işleyen ve ticaretle uğraşan Çingene kavimleri yaşarmış.

Bunlar çoktanrılı bir dine inanır ve yılda bir kez Ishtary’nin (Astarte) heykelini omuzlarına alarak, denizi kutsaması için sahile taşırlarmış. Bu kavimlerden birinin lideri, mistik bilgelere sahip olan Sara-la-Kālï’dir. Kendisine vahiy yoluyla, eğer sahilde görünecek olurlarsa, Hz. İsa’nın ölümü sırasında hazır bulunmuş olan kadın azizelere yardım etme görevi verilir.

Sara, onların büyük bir sandalın içinde yaklaşmakta olduklarını görür. Deniz kabarır ve sandal batma tehlikesi geçirir. Sara üstündeki elbiseyi dalgalara fırlatır, bir sala biner gibi elbisesinin üstüne çıkar ve akıntıya kapılarak azizelerin yanına kadar sürüklenir ve karaya çıkmalarında onlara yardımcı olur. Azizeler Sara’yı takdis eder ve Gadje ve Romlar arasında Hıristiyanlığı yayarlar. Yaşlı Çingenenin sözleri Azize Sara-la-Kālï’ye her yıl Camargue’de hürmetlerimizi sunarız’ diye son bulur.”

Sis Kıralı kimdir?

“Yerin ve Göğün beş çocuğundan biri ve Kešalilerin babasıdır. Dağların tepesindeki gri evinin önünde, üstünde üç altın elma olan bir ağaç vardır. Köpek İnsanlar, bu ağacın başında sırayla nöbet tutar. Bu elmalardan ilkine sahip olan insan zengin, ikincisine sahip olan mutlu (Ay), üçüncüsüne sahip olan da daima sağlıklı olur. Elmalar dalından koparıldıkça, yerine hep yenileri hep yenileri bitiverir.

Transilvanya’daki Çingeneler’e ait bir masala göre, Sis Kıralı’nın sırma saçlı karısı, sevmesini öğrenmek için günün birinde (aşağıya) insanların yanına iner. Genç bir delikanlıyla evlenir ve ona yirmi çocuk doğurduktan sonra dağlara geri döner. Sarışın insanların kökeni işte bu çocuklara dayanmaktadır.

Başka bir masala göre ise, Sis Kıralı’nın dört güzel kızı vardır. Bu kızlardan biri bir insanoğlu tarafından kaçırılır ve Güneş Kıralı’na teslim edilir.”

Şeytan kimdir?

“Bütün kavimlerin bilinen beńg, çoğul beńga adı, Grierson tarafından Skt. Vyańga ‘sakat’ sözcüğünden türetilmiş , Turner tarafından ise ‘kurbağa; benekli’ anlamına gelen Yeni Hintçe sözcüklerle (Hindu bĕg, Bengalce vyān, ben vb. < Skt. Vyanga) ilişkilendirilmiştir.

Paspati, Çingenelerin Aziz Michael’e ait Hıristiyanlık resimlerinde, şeytanın bir ejderha biçiminde tasvir edildiğini gördükten sonra, şeytanı kurbağa anlamına gelen sözcükle adlandırmış olabileceklerini tahmin eder.

Dravidce’de Tanrı, şeytan ve cin yerine kullanılan sözcüklerle arasında bir ilişki olması daha olasıdır. Ses benzerliği ve Bhil diline (Yer ve Gök) olan yakınlığından ötürü Gondi dilindeki pēn, çoğul pēnk Tanrı sözcüğü dikkat çekmektedir. Ayrıca bkz. ‘Tanrı, ruh’ anlamına gelen Kui dilindeki pēnu, çoğul pēnga ve venu, çoğul vēnga çeşitlemesine, Çingene sözcüğünün anlamı için bkz. Tami dilindeki pēy ‘şeytan, cüce cin’, Malayların dilindeki pēna ‘cin, hayalet’ vb.

Munda dilindeki (Santali vb.) bonga ‘put, kötü cin) ile arasındaki bir ilişki olabileceği yolunda H.J.Pinnow’un tahmini daha az olasıdır, çünkü akraba dillerden gelen bütün sözcüklerde (Hintçe’nin dışındaki austro-asya dillerinde de) e yerine o bulunmaktadır.

Zanko’ya göre, Çingenelerin şeytanı Hıristiyanların Şeytanı kadar kötü değildir. Hatta o, Tanrı7nın yoldaşıdır ve tıpkı onun gibi topraktan yaratılmıştır.

Ormanda yaşar ve geceleri insanları korkutur.158 Sık sık Tanrı ile iddiaya tutuşur, fakat daha başta insanoğlunun yaratılışında olduğu gibi, hep yenilir (Dünyanın Yaratılışı…) K.Otter, Viyana’daki Çingenelrin melek benzeri bir varlık olan ‘iyi şeytan’ (‘lascho’, yani lačo beng) ile ‘kötü şeytan’ yani gerçek şeytan diye bir ayrıma gittiklerinden söz eder.

Sözlü gelenek açısından fakir sayılan Batı ve Orta Avrupa’daki Çingenelerin beng tasarımı, halkın Hıristiyanlık anlayışındaki şeytan tasarımıyla büyük ölçüde özdeştir.”

Tanrı nedir?

“Tüm Çingene kavimlerinde, en yüksek varlığı nitelendiren devel ya da del sözcüklerine rastlanmaktadır. Küçültme ifade eden deloro biçimiyle de karşımıza çıkan bu sözcük, (‘Tanrı’ anlamına gelen deva’dan türeme) Skt. Devatã ‘Tanrısallık’ sözcüğüne dayanmaktadır.

Bir Sırp Çingenenin, sarhoşluk anında Rahip Tihomir Gjorgević’e ifşa ettiği söylenen Tanrı’nın, sözüm ona gizli adı olan Mraden Oro, m’ro deloro ‘sevgili Tanrım’ sözünden başkaca bir şey olmasa gerek. Bu sözcük eski Roman dilinde, ‘yeryüzünün üstündeki her şeyi’ (bulutlar, gök, güneş; elbette Tanrısallığı da) belirtmek için kullanılmaktaydı.

Bugün ise sözcükten daha çok, Hıristiyanlık inancında yer alan Tanrı anlaşılmaktadır. Tanrısal Baba yerine kullanılan ‘büyük’ ya da ‘yaşlı’ Tanrı anlamındaki baro, yani phuro devel ve Hz.İsa yerine kullanılan ‘küçük’ ya da ‘genç’ Tanrı anlamındaki tikno ya da tarno devel biçiminde bir ayrıma gidilmektedir.

Schwicker’e göre, Macaristan ve Transilvanya’daki Çingeneler, baro devel öldüğünden yerine Hz.İsa’nın hüküm sürdüğüne inanmaktadır. Daha başka geleneklere göre ise, baro devel yalnızca görevinden ayrılmış. Zanko’da (Bkz. Çingenelerin Mitolojisi) phuro del, sinpetra adıyla karşımıza çıkmaktadır.

Kendisi vaktiyle dev bir insandı, ancak daha sonra Birinci ve İkinci Dünya’nın (—>Dünya’nın Yaratılışı…) ve ayrıca ilk insan çiftinin yaratıcısı oldu. Yoldaşları dört suuntse idi, yani St.Abraham (Aziz İbrahim), St. Moϊshel (ya da Moϊse) (Aziz Musa), St.Cretchuno (—>Çingene İncili’nde St. Joseph yerine geçer) (Aziz Yusuf) ve ST. Yacchof (Aziz Yakup), ‘les grandes ancêtres de touts les hommes (bütün insanların büyük ataları, çev.)

Aynı geleneğe göre oğlu, sunto del ‘Kutsal Tanrı’ ya da amaro del ‘Bizim Tanrı’ diye adlandırılmaktadır.

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

Başa dön tuşu
Kapalı

Reklam Engelleyici Algılandı

Lütfen reklamların gösterimine izin veriniz. Bu siteyi ayakta tutabilmek için gereklidir. Please allow ads to be displayed. This is necessary to keep the site up and running.