Dünya TarihiGenelTarih

Mu Kıtası ve Uygarlığı

Mu Kıtası

Son yıllarda dünyanın her yerinde Mu kıtası konulu çalışmalar yapılmaktadır. Araştırmacılar, gelişen teknolojiden de yararlanarak geçmişte yapılan araştırmaları derinleştirmekte ve daha yeni, daha detaylı bilgilere ulaşmaktadırlar.

Bu çerçevede de  araştırmacının  kimliğine ve düşünce yapısına göre farklı bilgiler ortaya çıkmakta, deyim yerindeyse bir bilgi karmaşası, hatta zaman zaman “bilgi kirliliği” diyebileceğimiz durumlar oluşmaktadır.

Mu kıtası hakkında ilk objektif sayılabilecek çalışmayı İngiliz  araştırmacı James Churchward yapmıştır. Hindistan’da bulunduğu yıllarda başlattığı ve ömrünün elli yılını harcadığı bu çalışması, bugün bu konuda yapılan hemen hemen bütün çalışmaların  omurgasını  oluşturur.

Öyle ki, rahmetli Atatürk de Churchward’un kitaplarıyla ilgilenmiş, Türkiye’ye getirterek, oluşturduğu bir bilim komisyonunda inceletmiş, kendisi de önemli gördüğü yerlerin altlarını çizerek ve yanlarına not alarak bizzat okumuştur.

İlgili Makaleler

(Bugün bu kitaplardan “Kayıp Mu Kıtası” ve “Mu’nun Çocukları” Anıtkabir kitaplığında 1301, 1302 no ile kayıtlıdır.)

MU UYGARLIĞI

Mu kıtası konusunda, eski bir Maya kitabı olan ve şu anda İngiltere de British Museum’da bulunan Troano yazması bize şu bilgileri veriyor: Mu kıtasında 10 kabile yaşıyordu. Bu on kabilenin toplam nüfusu 60 milyondu. RA-MU adlı kutsal bir kralları vardı. Mu kıtası geniş ovalardan meydana gelen güzel ve tropik bir ülkeydi. Mu İmparatorluğunun sembolü güneşti. Buna bağlı olarak imparatorluğun adı da Güneş İmparatorluğu idi.

Churchward’ın kitaplarının Atatürk’ü bu kadar etkilemesinin nedeni, Atatürk’ün, Türk tarihinin eskiliği ve Güneş Dil Teorisinin doğruluğunu ilk kez yabancı bir araştırmacının, bilim insanının teyit etmesi, doğrulamasıdır diyebiliriz.

Bilindiği üzere, Türkçe’nin bütün dillerin anası olduğu fikri ilk kez Atatürk tarafından dile getirilmemiştir.  Şu anda vakıf olduğumuz bilgilere göre, insanoğlunun atası olan Hz. Adem’in cennette konuştuğu dilin Türkçe olduğunu ilk kez dile getiren, büyük düşünür ve ozan Kaygusuz Abdal’dır. Asıl adı Alaeddin Gaybi olan Kaygusuz Abdal tahminen (1341- 1444) yılları arasında yaşamıştır. Ve o yıllarda böyle bir iddiayı gündeme getirebilmiştir. Hiç şüphesiz ki ondan sonra da bu konuyla ilgili pek çok eser verilmiştir. Ancak biz şimdilik o eserlere ulaşabilmiş değiliz. Kaygusuz Abdal dışında Türkçe’nin ana dil olduğunu dile getiren Osmanlı aydınları da vardır.

Bunlar, “Türk Dilinin Lisan-ı Ademi Menşe-i Zeban Olduğuna Dair Persenk Açıklaması” adlı muhteşem eseri yazan Feraizcizade Mehmet Şakir, Hadis-i Erbain tercümesinde “Adem cennetten lisan-i Türki ile ‘kalk’ dimekle kıyam idüp çıkmıştır.

Zira dünyada ahir tasarruf Türk’ündür” diyen İsmail Hakkı Bursavi, Mustafa Celaleddin Paşa’nın oğlu Hasan Enver Paşa ve damadı Semih Rıfat’tır.

Bir milletin aydınlarının, düşünürlerinin, insanlığın babası sayılan Hz. Adem’in Türkçe konuştuğunu düşünebilmesi için, duru ve net bir şekilde, oturmuş, kabul edilmiş bir milliyet şuurunun olması gerekir.  Tarihini Hz. Adem’den başlatabilen bir millet için, 5 bin yıllık Sümer ve 12 bin yıllık Mu medeniyetleri çok uzak tarihler sayılmaz. Türk Mitolojisi adlı eseriyle haklı bir üne sahip olan Prof. Dr. Bahaddin Öğel bu konuda şöyle söylüyor:

“Türk mitolojisi, ‘Türk milliyet şuuru’nun bir aynası gibidir. Aynı zamanda, ‘Mitoloji, bir milletin fikir ve düşünce tarihidir.’ Bir milletin meydana gelmesi için, binlerce yıl ister. Felaketlerin acılarını hep birlikte duymuş olanlar birleşebilirler. ‘Birlik’ ise, zaferlerin sarhoşluğu ile coşan gönüllerde olur. Mitoloji de, bu zafer ve acıların, bir ‘Hatıra defteri’ gibidir. Kişiler yok olur. Var olan millettir. İşte gönüllere iyice sinmiş ve toplumları güden bu inanca ‘Milliyet Şuuru’ denir….Türk Mitolojisi, Türk ailesi, Türk cemiyet düzeni ile Türk ahlak ve adetlerinin bir aynası gibidir. Türk mitolojisi, diğer dünya mitolojilerinde olduğu gibi, ölü fikir ve düşüncelerden meydana gelmemiştir. Türk mitolojisi, bir hayat yoludur. Cemiyeti düzenleyen ve güden, canlı düşüncelerin bir toplamıdır.”[1] İşte bu nedenle, “Türkler tarihin babasıdır”, ya da “tarih Türklerle başlar” diyebiliyoruz.

Araştırmacılar ya da araştırmacıları finanse eden devletler veya güçler, yapılan araştırma sonuçlarını gerçek durumlarıyla değil de, canlarının istediği şekilde dünya kamuoyuna yansıtmaktadırlar. Bunu kendilerine bir hak olarak görmektedirler. Doğaldır ki bunu bütün araştırmalar için söyleyemeyiz. Bahsettiğimiz yaklaşımı sergileyenlerin dışında, gerçekten bilime inanmış, dürüst bilim insanları da vardır. Bizler en çok bu bilim insanlarının çalışmalarından yararlanmaktayız.

Çünkü son yıllarda bu yönde araştırmalar yapanlar çıkmakla beraber, Türk bilim insanları her nedense uzak tarih konusunda, batı merkezli tarih düşüncesinin verilerini tekrarlamakla yetiniyorlar. Ve hatta batı merkezli tezlere karşı tez geliştirenleri de görmezden gelerek veya alay ederek pasifize etmeye çalışıyorlar. Bu durum sadece tarih konusunda değil, diğer bilim dallarında da böyledir.[2]

Tarihi konularda, özellikle de Ön Türk Tarihi konusunda da bu sıkıntıya maruz bırakılan Prof. Dr. Kazım Mirşan’ı herkes tanıyor artık. Anılmaya değer güzel çalışmalara emek veren rahmetli Selahi Diker hoca ve çalışmalarına devam eden Mehmet Kömen hoca da bu konularda çok büyük emek isteyen değerli çalışmalara imza atan isimlerdendir. Burada adlarını sayamadığımız değerli Türkologlar da önemli çalışmalara imza atmaktadırlar. Ancak bu çalışmaların topluma ulaştırılması ve insanlarımızın bu çalışmalardan yararlanabilmeleri konusunda sıkıntılar var. Bu konularda kişisel özverilerle yürütülen çalışmalar yeterli olmuyor.

Türk Tarih Kurumu, Dil Tarih Coğrafya Fakültesi, Kültür Bakanlığı, Milli Eğitim Bakanlığı gibi kamu kurumlarının bu konulara gerekli ilgiyi göstermediklerini üzülerek görüyoruz. Doğaldır ki, bu kamu kurumlarının konuya bakışları ve yaklaşımları da ülkeyi yönetenlerin, siyasilerin konuya bakış ve yaklaşımlarını yansıtır. Hatırlayacak olursak, bu kurumları hayata geçiren rahmetli Atatürk de bir siyasetçiydi.

Ondan sonra bu ülkeyi yönetenler de siyasetçilerdi. Demek ki, milletin lehine olup olmamak da bir tercih meselesidir.

Mu kıtası artık kesin olarak bilinmektedir. Geçmişte var olmuş bir kıtadır. Ve insanlığın bugünkü bilgilerine göre, ilk insanın anayurdu olarak anılmaktadır. Geçmişte var olmuş bu kıtanın varlığını kanıtlama konusunda artık belge sıkıntısı çekilmiyor. Bu belgelerden bir kaçını sayacak olursak; Mu kıtasının batmasından önce buradan Uygur İmparatorluğuna taşınan ve daha sonrada Tibet’te, yüksek yerlerdeki mağaralarda korunan Naakal tabletlerini, öncelikle Çin ve Hindistan olmak üzere pek çok Asya ülkesindeki çeşitli yazılar ve buluntuları, yine bu coğrafyada binlerce yıldır kaybolmadan bu günlere gelmiş efsaneleri, Orta Amerika’da yer alan ve binlercesi işgalci İspanyollar tarafından yok edilen Maya, İnka, Aztek medeniyeti kalıntıları içinde yer alan kitabeleri, tabletleri, resimleri, heykelleri, Ölüdeniz yakınlarında bulunan Kurman rulolarını, Mısır medeniyeti kalıntıları içinde yer alan çok sayıda kitabe ve resimleri, Pasifik okyanusunda yer alan irili ufaklı yüzlerce ada üzerinde yer alan Mu imparatorluğu kalıntıları, Sümer medeniyetinden geriye kalan zigguratlar (piramitler) ve çivi yazılı kil tabletlerde yer alan bilgileri, aynı bilgilerin yer aldığı kutsal kitapları sayabiliriz.

Bu liste daha da detaylandırılabilir ve uzatılabilir. Zaten bu çalışmanın içerisinde yeri geldikçe her belgenin detaylarına inilecek ve açıklaması yapılacaktır.

MU – SÜMER – ANADOLU ALEVİLİĞİ İLİŞKİSİ

Eski dünyada var olan ileri uygarlık  Mu uygarlığıydı. Bu uygarlık, bütün insanlığın hafızalarından bir türlü silinmeyen büyük bir tufan ile yok oldu. Bu büyük tufandan kurtulanlar, uzunca bir bekleme döneminden sonra yeni bir uygarlık başlattılar. “Bu uygarlık Sümer uygarlığıdır. Bu tezi öne sürenlere göre Sümer uygarlığı yeni bir uygarlık değil, Tufan öncesinde yeryüzünde var olmuş olan bir büyük uygarlığın Tufan’dan sonra hafızalarda kalmış bölümünün yeniden uyandırılmasıdır.”[3]

Sümer dilinin Turani bir dil olduğu konusu artık kesinlik kazanmıştır. Bu itibarla Sümerler; Mu kıtasını tamamen yok eden ve Uygur imparatorluğunu yok etmeye yakın derecede yıkan büyük Tufandan sonra, çok uzun süren bir sessizlik ve ilk insanı yeniden yaşama dönemi yaşayan Uygur halkından başkaları değildir. Aradan geçen çok uzun toparlanma yıllarından sonra Mezopotamya’ya göç etmişlerdir. Sümerler de, Asya’da kalan soydaşlarının, Kültigin abidesinin güney yüzüne yazdıkları gibi, “Tengri tek tengride bolmuş” (Tanrı gibi gökte olmuş) , yani Tanrı gibi gökte yaratılmış oldukları inancına sahiptiler. “Asya kökenli Sümerlilerin, anayurtlarında aynı inanışın aynı kelimelerle ifade edilmesi, Sümerliler’in bu inanış kalıplarına anayurtlarında sahip olduklarını ve bu inanışlarını Aşağı Mezopotamya’ya MÖ 4000’lerden önce Asya’dan taşıdıklarına delil sayılabilir. Sümerlilerin Aşağı Mezopotamya’nın yerlisi olmadıkları ve buraya sonradan geldikleri bilinmektedir.”[4]

Bunların dışında, Mu dinini yaşayan Sümerlerin, Anadolu Aleviliği ile çok benzer bir yanları daha bulunmaktadır ki, bu da Sümer dini törenleri ile Alevi cem törenlerinin aynı oluşudur. O kadar aynı ki, 5 bin yıl önce Sümerlerin kullandığı görevli isimleri, şu an bile aynıyla Alevi cem törenlerinde kullanılmaktadır. Bunu bir tesadüfle izah etmek mümkün değildir. Erdoğan Çınar’ın Aleviliğin Gizli Tarihi adlı kitabında bu durum şöyle anlatılıyor:

“Ayin-i Cem’in on iki hizmetlisi Sümer tabletinde teker teker sayılmış. Alevi Ayin-i Cemlerinde Cem’in hazırlanışı ve on iki hizmetlinin seçilmesi ve on iki hizmetlinin hizmetini yerine getirmesi bu gün bile beş bin yıl önce Sümer ülkesinde yapıldığı hali ile uygulanmaktadır. Ayini cem yerinin önceden hazırlanması, ihtiyaçların önceden giderilmesi, Ayin-i Cem’i yönetecek on iki hizmet babasının seçimi hep aynıdır. Beş bin yılda değişen kimi hizmetlerin isimleri olmuştur ki, değişen sosyal hayat ve değişen ihtiyaçlar göz önüne alındığında bu son derece olağandır.

Alevi Ayin-i Cem’inde On İki Hizmetli

1-Pir Mürşit

2-Rehber

3-Gözcü (Yoklamacı)

4-Çerağcı (Delilci)

5-Zakir

6-Süpürgeci

7-Kurbancı (kimi bölgelerde Sofracı)

8-Saka

9-Peyik

10-Süpürgeci

11-Sucu-Kuyucu

12-Kapıcı (kimi bölgelerde İbrikçi,

13-İstanbul Bektaşilerinde Mihmandar)

Sümer Dini Töreninde On iki hizmetli

1-Arabacı

2-Kahya

3-Mübaşir

4-Silahtar

5-Müzisyen

6-Kuşbaz

7-Keçi Çobanı

8-Dalyan Denetçisi

9-Ulak (Haberci)

10-Tahıl Denetçisi

11-Mabeyinci

12-Kapı Bekçisi

Sümer Ayin-i Cem’inde ve Alevi Ayin-i Cem’inde on iki hizmetlinin isimlendirilmelerinde görülen farklılıklar, Anadolu’nun çeşitli bölgelerindeki Ayin-i Cemlerinde on iki hizmetlinin isimlendirilmelerinde yer yer görülen farklılıklardan daha fazla değildir.

Sümer Ayin-i Cemleri müzisyenlerin çaldığı “balag” adını verdikleri bir müzik aletiyle müzik eşliğinde yapılırdı. Bu gün Anadolu’da Alevilerin Ayin-i Cemleri müzik eşliğinde yapılır. Bu törende zakirler “bağlama” çalarlar.”[5]

Bu bilgilerin yanı sıra, Anadolu’nun en eski halklarından olan ve Sümerlerle çağdaş olan Luvilerin de Asya’dan gelmiş olmalarını, dillerinin Turani bir dil olduğunu dikkate alırsak, Anadolu Aleviliğinin kökeninin çok eskilerde, Mu inancı içinde yattığını görebiliriz. E. Çınar, onuncu yüzyıldan başlayarak Anadolu’ya gelen Türkmenlerin neden tutku ile Alevi olduklarını şöyle izah ediyor:

“Olasıdır ki Türkmenler Anadolu’da kendi inanışlarının asıl ve bozulmamış kaynakları ile karşılaştılar. Ve coşku içinde bu inanışa yeniden bağlandılar.”[6]

Bu düşünceye yol açan en önemli bulgular, her biri Mu kıtasının en yüksek noktaları olduğuna inanılan Pasifik adalarıdır. Çünkü bu adalar birbirlerine ve diğer anakaralara çok uzak olmalarına rağmen, üzerlerinde çok büyük taş heykeller barındırmaktadırlar. Bu hey-kellerin bazıları 20 metre yüksekliğinde ve elli ton ağırlıktadırlar. Ancak garip olan, bu heykellere ev sahipliği yapan adada hiç taş ocağının olmamasıdır.

Bugün için bu heykellerin neyi temsil ettiklerini bilemiyoruz. Batı düşüncesinin ürünü olan “Tanrı heykelleri” safsatasına da inanmıyoruz. Tahminimizce, o dönemde ülkede kayda değer işler yapmış, kahramanlıklar sergilemiş insanları temsilen dikilmiş olabilirler. Bizim için bu heykeller, Mu medeniyetinin burada yaşadığının kanıtlarıdır.

Mu İnancında Yaratılış

Mu medeniyetinin devamı olduklarına şüphe bulunmayan Pasifik adalarında yaşayan insanların yaratılışa dair inançlarının, Mu inancından kaynaklandığını söyleyebiliriz. Çünkü ana karalardan yüzlerce kilometre uzaklıkta ve birbirlerine de oldukça uzak olan Pasifik adalarında yaşayan insanlar, başka bir yerden etkilenmediklerine göre, şu anda taşıdıkları yaratılış inançları geçmişten kendilerine kalan bir inanışın devamıdır. Bu çerçeveden olmak üzere, Havaiililerin şöyle bir efsanesi vardır: “Büyük bir kuş aşağı doğru indi ve denize bir yumurta bıraktı. Yumurta çatladı ve Havaii ortaya çıktı.”[7] Bu efsane ile yaratılışın “Gök” kaynaklı olduğu vurgulanmakta ve medeniyetlerinin yıkılışının ardından tekrar vahşi insanı yaşayarak yeniden medeniyete doğru yürümeye başlayan bu ıssız adalar halkının yaratılış hakkındaki inançlarını anlatması bakımından yukarıda geçen ifade çok önemlidir.

Yaratıcı gücü Kuş sembolü ile tanımlayan Uygur Türklerinin “yaratılış” efsanelerini burada hatırlamakta yarar görüyorum. Bütün Türklerin ortak “Yaratılış efsanesi” şöyle başlıyordu:[8]

“Yerin yer olduğunda, sular yeri sarardı,

Ne gök, ne ay, ne güneş, ne de bir dünya vardı.

Tanrı uçar dururdu, insan oğluysa tekti,

O’da uçar, uçardı, sanki Tanrıyla eşti.

Uçar, hep uçarlardı, yer yoktu konmazlardı,

Tanrı idiler çünkü, ondan yorulmazlardı.”

İşte bu ifadeler ile bulunan semboller birbirini tamamlıyor ve Mu medeniyetin kurucularının kimler olduğu konusunda bize sağlam ipuçları veriyor. Mu medeniyetinin kurucularının, ya da kurucu unsurların en etkin olanını Türkler olduğu anlaşılmaktadır. Ayrıca, insanoğlunun canlıyken taşıdığı ruhun, Tanrının bir parçası olduğu da burada vurgulanmaktadır. Bu inanç binlerce yıldır Türk milletinin hafızasında yaşamaktadır.

Mu dininin savunduğu değerleri de burada hatırlarsak, gerçekten ilahi bir kaynaktan gelip gelmediğini ve Türklerin yaratılış ve yaşayış inançlarıyla ne kadar aynı olduğunu kolayca anlarız.

Mu dininin temel kavramları

1-Tanrı tektir. Her şey ondan varolmuştur ve ona dönecektir.

2-Ruh ile beden birbirinden ayrıdır. Doğumla beraber ruh bedene girer, beden ölürken ruh ölmez.

3- Ruh Tanrıya döner ve onunla birleşir. Çünkü zaten O’nun bir parçasıdır.

Bazı kaynaklar bu temel kavramları dört adet olarak anmaktadırlar. Dördüncüsünün, ruhun sürekli başka bedenlerle dünyaya dönmesi olduğunu söylerler ki, bu konuda kesin bir bilgi yoktur. Varsayımdan ibarettir. Zaten İslam tasavvufu da bu düşünceyi reddeder.

Mu medeniyetinin ve inancının Tek Tanrılı bir inanç olduğunu, bu inancı yayan ve halkı, yaptıkları yanlışlar konusunda uyaran birilerinin var olduğunu, yani Mu medeniyetini meydana getiren halkın da son dönem semavi dinlerdeki gibi Tek Tanrılı doğru bir dine davet edildiğini göstermektir. En enteresan yanı ise, üstünlüğün bir şeyler edinmekle değil, bir şeyler vermekle elde edileceğinden bahsetmesidir. Bu arada, sonradan meydana gelecek uluslara da aynı uyarıyı yapmasıdır. Mu dininin tek Tanrılı bir din olduğu, Erdoğan Çınar’ın “Aleviliğin Gizli Tarihi” adlı kitabında şöyle geçiyor. “Eski Mısır’da Firavun IV. Amenofis (240 bin atlı ile Asya’dan gelip, Mısır’ı bir haftada baştan başa geçen ve hiçbir direnişe fırsat vermeden ülkeyi ele geçiren Hiksos Türklerinin kralı) tarafından Mısır’ın resmi dini olarak yaygınlaştırılmaya çalışılan ilk tek Tanrılı din Hermes (İdris peygamber) tarafından Atlantis’ten Mısır’a taşınmış Mu dini idi.”[9] Bu da gösteriyor ki, dünya kurulduğundan beri insanlar Tanrı tarafından sürekli olarak elçileri aracılığı ile uyarılmıştır. İnsanoğluna her zaman tek Tanrılı bir din tebliğ edilmiştir. Emir ve yasaklar konmuştur. Bunların dikkate alınmaması halinde acı bir sonun insanoğlunu beklediği uyarısı yapılmıştır. Fakat insanoğlu her defasında da yaptıklarıyla bu acı sona varmıştır.

Bu belge arkeolog Schliemann tarafından Tibet’te Lhasa’daki eski Budist tapınağında bulunmuştur. Deşifre eden ve tercüme eden Schliemann’dır. Torano el yazması ve Cortesianus kodeksi’ne kaynak olan orijinal kayıttan alınmadığı bellidir. Daha moderndir ve Maya harfleriyle yazılmamıştır.

Şimdi deniz ve gökyüzünden ibaret olan yere Bal yıldızı düştüğü zaman altından giriş kapıları ve transparan mabetleri olan yedi şehir fırtınaya tutulmuş yapraklar gibi sarsılmaya ve savrulmaya başladılar; ve yetmedi, saraylardan bir ateş ve duman seli yükseldi. Kalabalıkların acı çığlıkları etrafa yayıldı. Mabetlere ve yüksek yerlere sığındılar ve bilge Mu-Hiyeratik Lider Ra Mu- ayağa kalktı ve onlara şöyle dedi: ‘Bütün bunların olacağını önceden haber vermemiş miydim?’ Ve kıymetli taşlar ve pırıltılı giysiler içindeki kadın ve erkekler ‘Mu, kurtar bizi’ diye yalvardılar ve Mu cevap verdi: Bütün o hizmetkarlarınız ve şatafatınızla birlikte öleceksiniz ve sizin küllerinizden yeni uluslar can bulacak. Eğer onlarda üstünlüğün bir şeyler edinmekle değil, vermekle kazanıldığını “

unuturlarsa, aynı şey onların da başına gelecek.’ Alevler ve duman Mu’nun sözlerini yuttu, ülke ve üzerindekiler darmadağın oldu ve diplere doğru yutuldular.”[10]

Bu belgeden de net olarak anlaşıldığı gibi, Mu halkı da azgınlığının cezasını çekmiştir. Yapılan uyarıları dikkate almayan ve kendi yanlış yolunda ısrarcı olan diğer kavimlerde olduğu gibi.

MU MEDENİYETİNİN DİLİ

Mu medeniyeti konusunda bizi en çok ilgilendiren bölüm, hiç şüphesiz ki Mu medeniyetinin dilidir. Çünkü Orta Amerika’dan Avrupa’ya, Avrupa’dan Japonya’ya kadar geniş bir coğrafyada, geçmişte konuşulmuş ve halen konuşulmakta olan dillerin Türkçe’yle ilgileri, benzerlikleri, aynılıkları vardır. Bunun açıklaması ise ancak, Mu kıtasını batıran büyük tufan öncesinde, Mu halkının yaşadığı göç yolları ile yapılabilmektedir.

Bunun yanı sıra, Mu medeniyetinin bir kolonisi konumunda olan Uygur İmparatorluğu da, Mu imparatorluğunda yeşeren uygarlıkla at başı olarak, bütün Asya coğrafyasını kapsayacak şekilde çağdaş bir imparatorluktu. Uygur İmparatorluğu Asya ile Avrupa’nın çok büyük bir bölümünü kapsamakta idi ve Mu’nun en büyük kolonisi idi. Uygur imparatorluğunun sınırları zaman içerisinde Avrupa üzerinden Atlantik kıyılarına kadar ulaştı. M.Ö.1000’li yıllardaki Çin efsaneleri, Uygur’ların 17.000 yıl önce uygarlıklarının zirvesinde olduğunu söyler.[11]

Mu kıtasına bağlı olmakla birlikte, en az onun büyüklüğünde bir coğrafyada kendi uygarlıklarını kurabilen Uygur Türkleri, hiç şüphesiz ki Mu kıtasındaki nüfusunda önemli bir kısmını oluşturmaktaydılar. Buradan hareketle, Mu kıtasında ağırlıklı olarak konuşulan dilin Türkçe olma ihtimali de bir hayli yüksektir. Bu tezimizin doğruluğu, Mu kıtasından göç edenlerin gittikleri yerlerde halen Türkçe ile yapı ve anlam birliği içinde olan diller kullanmaları ile ispatlanmaktadır. Eğer böyle olmasaydı, Orta Amerika da 5 bin yıl önce yaşamış olan Maya, İnka, Aztekler ve onların bugünkü torunları olan Kızılderililerin, MÖ 4000 yıllarında Mezopotamya’ya gelen Sümerlilerin Türkçe ile uzaktan yakından en küçük bir bağlantıları olmaması gerekirdi. Aynı kültür birliğine sahip olmasalardı, Kızılderililer bugün halen Anadolu kilim tamgalarını taşıyan kilimler dokuyamayacaklardı. Bütün bunlar da gösteriyor ki, Mu medeniyeti tamamıyla olmasa da ağırlıklı olarak Türklerin etkin olduğu bir medeniyetti. Tevrat’ta geçen, “Bütün dünyanın dili birdi”[12] cümlesi belki de, Tufan nedeniyle in-sanları bütün dünyaya dağılan Mu medeniyetinin dilini anlatmaktadır.

Buraya kadar anlattığımız belge ve bilgilerin ışığında, sonuç olarak diyebiliriz ki, Mu medeniyeti dili ve kültürü ile Türklerin etkin olduğu bir Türk medeniyetidir.

Muharrem Kılıç

İstanbul, 10 Ekim 2008

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

Göz Atın
Kapalı
Başa dön tuşu
Kapalı

Reklam Engelleyici Algılandı

Lütfen reklamların gösterimine izin veriniz. Bu siteyi ayakta tutabilmek için gereklidir. Please allow ads to be displayed. This is necessary to keep the site up and running.