Efsaneler
Trend

Bülbül, Kırlangıç, Taraklıkuş Efsanesi

Bülbül, Kırlangıç, Taraklıkuş Efsanesi;

Aphrodite, Trakyalıların kalplerine başkalarından daha çabuk söz geçirir.

O memleketin toprağından mıdır; suyundan mıdır, nedense Trakyalılar beğendiklerine hemen gönül verirler.

İsa’nın doğumundan 1333 sene önce Atina şehrinin ünlü bir kralı vardı. II. Kekrops’un oğlu olan bu kralın adı Pandion idi. Kral Pandion’un Prokne ve Philomela adlarını taşıyan iki kızından başka evladı yoktu.Kızlarının ikisi de birbirinden güzeldi.

Bunlardan Prokne’yi Trakya krallarından, zenginliği ve cesareti ile tanınmış Tereus ile evlendirmişti. Tuaf bir bahtsızlık eseri olarak Zeus‘un karısı olan Hera, Ares’in oğlu olduğunu söyleyen Teros’un evlenme töreninde bulunmuş, fakat bu birleşmeyi uygun görmemişti. (*)Kharitler onları süslemememişlerdi. Cehennem perileri olan Eumenidesler, düğün meşalelerini, ölüleri yakmak için tutuşturulmuş odun yığınından aldılar.

Uğursuzluk bir baykuşun bitkin bir halde gelip çatısı altına tünediği zifaf odasındaki gelin yatağında bile vardı. Ve bütün bunları hazırlayanlar Eumenideslerdi..İşte bu şartlar altında bir erkek çocuğunun dünyaya gelmesine sebep oldular. Bu yüzden bütün Trakyalılar bayram yaptılar ve tanrılara şükrettiler. Tereos’un; Atina’nın ünlü kralı Pandion’un kızı ile evlendiği günün meyvesi olan Itys’in doğumunun, her zaman sayılı bayram günleri olarak kutlanmasını istediler. İnsanlar gelecek hakkında hiçbirşey bilmezler, gelecek zamanlar gizili ve bilinmez olaylarla doludur.

141.jpg

Aradan beş sene geçti. Bir gün Prokne, tatlı bir sesle sevgili kocasına dediki:

”Eğer beni seviyorsan, eğer kalbinde yerim varsa, senden bir ricada bulunacağım, ya da müsade etgidip kızkardeşimi göreyim,yahut babamın yanına geri götürmek şartıylaaz bir zaman onun bizim yanımıza gelmesini sağla, çünkü aile ocağında aynı çatı altında birçok seneleri beraber harcadığımız aziz hemşiremi beş seneden beri görmedim. Onu çok göreceğim geldi. Eğer onu görmek saadetini bana verirsen; sana karşı duyduğum minnet duyguları artacaktır.”

Bunun üzerine Tereos bir gemi hazırlatılmasını emretti. Gemi denize indi, rüzgarlar yelkenleri şişirdi, kürekler dalgaları dövdü ve gemi bir müddet sonra Atina kapılarına gelerek Pire limanına girdi. Trakya kralı Atina kralının yanına gelince onun elini sıktı ve onunla güzel güzel konuşmaya başladı. Tereos, o gece Atina’ya gelişinin sebebini ve sevgili karısının dileğini anlattı.

Baldızı Philomene’yi Trakya’dan kısa zamanda geri getireceğine söz verdi. O sırada Philomela en süslü, en güzel elbisesini giymiş olduğu halde içeri girdi.

Kızlar, kadınlar güzel görünmek için süslenirler, halbuki Prokne’nin kızkardeşi kırlarda, çeşme başlarında oturan perilerden daha güzeldi. O Olympus’a çıkarılsa güzelliği ile Aphrodit’i bile kıskandırır, tanrıları birbirine düşürürdü.Güzel Philomela’yı görünce Trakya kralı Tereus, ateşe yaklaştırılan beyaz başaklar, yahut alevlere bırakılan kuru dallar gibi tutuştu.

Gerçekten Philomela’nın güzelliği bir insanın kolayca kalını başından alabilirdi. Fakat Tereos, Trakyalıydı. Trakyalılar kalbin ve ruhun heycanına vücudun da arzusunu karıştırırlardı. Daha doğrusu onlar aşkla, şehveti birbirinden ayırt edemezler, onların kalpleri tutuştuğu zaman, belden aşağıduyguları da uyanır.

Bu yüzden baldızının güzelliği karşısında adeta sarhoş olan Tereus’un vücudu şehvetle gerinmeğe,karanlık arzuları uyanmaya başladı. Gözlerini kızın parlak yüzünden, kabarık göğsüne kaydırıyor, oradan daha aşağılara iniyor, uyluklarını, muntazam bacaklarını yiyecek gibi seyrediyordu.

Philomela’nın arkadaşlarının, süt ninesininoradan uzaklaşmasını istiyor, Philomela’yı paha biçilmez armağanlarla kandırmaya, onun gönlünü kazanmak içinherşeyi hatta krallığını bile vermeye hazır olduğunu anlatmaya çalışıyordu. Sonra kafasında onu kaçırmanın yollarını arıyor, onu elde edince babasına geri vermemek için şiddetli savaşları göze alıyordu.

Hudutsuz aşkının başaramayacağı şey yoktu. Geçen her gün, onu sıkıyor ve artık kalbi içindeki alevi saklamıyordu ve ddurmadan arısı Prokne’nin isteklerini ortaya atıyor ve onu sevindirmek için yolculuğa çıktığını ve buralara kadar geldiğini söylüyordu. O kurnazlıkla kendi ateşli isteklerini, karısının arzusu altında gizliyordu.

Aşk en sessiz ve konuşmasını sevmeyen insanların dilinin bağını çözer. Aphrodit’nin, kalbinde uyandırdığı ateş Tereos’u yalnız geveze değil, güzel söz söyleyen bir hatip yapmıştı.

Karısının dileğinin yerine bir zaman için birbirlerini görmek saadetinden mahrum bırakılmamalarını rica ediyor, hatta arada sırada ağlıyordu bile. Güzel Philomela, eniştesinin candan arzusuna dayanamadı, o da eniştesinden yana çıktı, kollarını babasının omuzlarına atarak kızkardeşinin yanına gitmesine müsaade etmesinini rica etti. Tereos, kendinden geçmiş bir halde baygın gözleriyle kızı süzüyor ve ondan zevk alıyordu. Babasına verdiği öpücükler ve onun boynuna sarılması zaten heycanda olan Tereus’u büsbütün baştan çıkarıyor, kalbini yakıyordu.

Kız, babasını öptükçe Tereus, onun babası olmak istiyordu. Pandion, kızının yalvarmalarına dayanamadı, dileğini kabul etti. Philomela, çok çok sevindi ve babasına teşekkür etti. Artık akşam olmak üzereydi. Apollon’un koşacak pek az yeri kalmıştı. Onun atlarının yorgun ayakları, batıda, yerle gök’ün birleştiği noktaya basmak üzere idi. Trakya kralı, Philomela’dan ayrılmıştı, onun parlak yüzünü, küçük ellerini, tenini gözünün önüne getiriyor, henüz görmediği güzel yerlerine gelince onlara da hayalden istediği şekiller veriyordu.

Kendi ateşini yine kendi körüklüyor, bir dakika onu düşünmekten kendini alıkoymadığından bir türlü uyuyamıyordu. Gün ağardı. Atina kralı, gemiye binmek üzere olan damadının elini tuttu ve kızını ona emanet ettikten sonra göz yaşları dökerek; ”Sevgili damadım, dedi. Çok sevdiğim kızımı, ümidimi, gözümün nurunu sana emanet ediyorum, insanlık namına, kaplerimizi birleştiren mukaddes bağlar namına, hatta tanrılar namına sana yalvarıyorum.

Onun üstüne bir baba şefkati ile titre, onu koru. İhtiyarlığımın biricik tesellisini bana az zamanda geri getirmeye çalış. onsuz geçen her gün, bana çok üzüntülü ve uzun gelecektir. Sen de kızım beni seviyorsan çabuk dön.”Pandion hem bu sözleri söylüyor, hem de kızını durmadan öpüyordu. Zavallı ihtiyarın gözünden yaşlar akıyordu. Tereos’un ve kızının sağ ellerini aldı.

Ona, onun namusuna, şerefine inandığını anlatmak için, kendi elleri arasında sıktı. Kızı Prokne’ye ve sevgili torununa selam götürmelerini onlardan rica etti.

142.jpg

Philomela, göz alıcı renklerle boyanmış gemiye binmişti. Kürekler dalgaları yarıyor ve kara uzaklaşıyor gibi oluyordu. Tereus, ”Talihi yendim, istediğim varlık artık yanımdadır.” diye bağırdı. Barbar adama sevincinden titriyor, kirli arzularına hakim olamıyor ve artık beklemek istemiyordu. Bununla beraber, yırtıcı bir kartal, kıvrılmış pençeleri arasında taşıdığı tavşanı dağın tepesindeki yuvasına götürdüğü zaman, vahşi kuş kaçamayan zavallı hayvanı seyretmekten nasıl zevk alırsa, o da kirli arzularına alet edeceği baldızını seyretmekten öyle zevk alıyordu.

Artık yolculuk sona ermişti. Yorgun gemiciler, kıyıya inmek için gemiyi terk ediyorlardı. Tereos, avını orman içinde, başlarını göklere değdiren ihtiyar ağaçlar altında saklanmış bir kulübeye götürdü. Şaşkınlıktan sararan, korkan, titreyen Philomene’yi oraya kapadı.

Ve iğrenç arzularını açığa vurarak açkurtlar gibi kızın üzerine saldırdı. Kendi namusuna, emanet edilen ve zayıf sesle durmadan babasını, kızkardeşini ve bilhassa tanrıları yardıma çağıran zavallı bakireyi zorla kirletti. Philomale, müthiş bir korkuya tutulmuştu. Bir kurdun yaraladığı korkak bir kuzu, kuvvetli bir silkinme ile canavarın dişlerinden kurtulduğu zaman kendini emniyette sayabilir mi?

Yahut süt beyaz bir güvercin kanatlarının rengi, kan ile kızardıktan sonra daima titrer ve kendini sıkan pençelerden hala korkar. Nihayet başına gelen felaketin şaşkınlığından biraz kendine gelen Philomela, saçlarını yolmaya başladı.

Yüzünde perişanlık ve ıstırap okunuyor, dağınık saçlarını yoluyor, kirli izler bırakılan göğsünü yumrukluyor, çürütüyor, kollarını Tereus’a doğru uzatarak şöyle bağırıyordu: ”Barbar, ne babamın ricaları, ne onun ateşli gözyaşları, seni etkilemedi(üzmedi), öyle mi? Ne bir kızkardeşin hatırası, ne bekaretim, ne de evliliğin kutsal hakları seni durdurmadı, her şeyi ayaklar altına aldın. Ben kızkardeşimin kuması; sen de iki kızkardeşin kocası oldun; ah,ben, alçaklığın bu derecesine neden düştüm? Rezil, vicdansız, namussuz, niçin, cinayetini tamamlamak için hayatımı da almıyorsun? Eğer masum bir kızın, bir baldızın namusunu kirletmek tanrıların gözünden kaçmıyorsa, eğer feryadıma kulak asmayan Zeus’un kudreti hala varsa, eğer dünyada namus, iffet, insanlık ölmediyse, bir gün intikamım alınacxak, utanmayı bir tarafa bırakarak, ben kendim cinayetimi ilan edeceğim. Eğer yapabilirsem, onu bütün dünyaya ilana koşacağım. Eğer bir engel beni ormanlarda tutarsa, felaketimin şahidi olan kayaları şikayetimle inleteceğim. Eğer gökyüzünde tanrılar varsa, sesim onlara kadar yükselecek.”

143.jpg

Bu sözler, namus düşmanının ruhunda hiddet fırtınları kopardı, müthiş korkular uyandırdı. Bu duyguların etkisi ile kendinden geçip belinde asılı olan hançeri kınından çekti ve Philomela’yı saçlarından yakaladı. Kollarını büktü ve bağladı. Zavallı, ölüme kavuşabilmek ümidi ile boynunu uzattı. Fakat kendini kirleten adamdan iğrenen Philomela, son nefesinde de durmadan ihtiyar babasının adını edip, bağırmaya çabalarken, Tereus, kızın dilini demir bir kıskaçlasıkıştırdı, sonra onu kılıcı ile dibinden kesti.

Dil yere düştü. Bir yılanın kesilen kuyruğu, ait olduğu vücuda kavuşmak ümidi ile ölürken nasıl titrerse, kesik dil de kendi kanı ile ıslanan toprak üstünde mırıldanarak öyle titriyordu. Bu barbarlıktan sonra Tereus’un kurbanını birçok defa kirli arzularına alet ettiğini söyleyenler eksik değildir. Böyle bir cinayetten sonra rezil adam, karısının önüne çıkmaktan çekinmedi.

Prokne, kocasını görünce kızkardeşini sordu. Tereus, yalancıktan feryad ederek Philomela’nın öldüğünü söyledi. Döktüğü göz yaşları da, anlattığı hikayesini doğruluyordu. Prokne, omuzları üzerinde dalgalanan ve altınlarla süslenmiş elbisesini yırttı, attı. Matem elbisesi giydi. Kızkardeşinin hatırası için büyük bir mezar yaptırdı. Ölüler arasında sandığı zavallı Philomela’ya kurbanlar kesti. Kızkardeşinin namusu ayak altına alındığından, dili kesildiğinden değil, onun ölümünden ötürü ağlıyor, sızlıyordu.

Aradan bir sene geçti, Philomela ne yapıyordu. Muhafızlar kaçmasına engel oluyor ve sert kayalar, kapatıldığı yerin duvarlarını oluşturuyordu. Dilsizdi, konuşamıyor, felaketini haykıramıyordu. Fakat felaket ”mürebb-i beşerdir” (insaların eğiticisidir). İnsana çok şey öğretir ve zeka(deha) felaketten doğar. O, bir gergef(Üzerine kumaş gerilerek nakış işlemeye yarar, çoğu dikdörtgen biçiminde olan çerçeve) üzerine beyaz bir kumaş gererek becerikli parmakları ile kırmızı renkli harflerle, başına gelen felaketi işledi, bu işi bitirince onu hizmetçi bir kadına vererek işaretlerle, hanımına götürmesini anlattı.

Bu kadın Prokne’nin hizmetçilerinden biri idi. Kumaşın içindekinden haberi olmadan hemen hanımına götürdü. Zalim barbarın karısı onu açarak kızkardeşinin yazdığı kederli yazıları okudu. Böyle bir facianın işlenebileceğine kim inanırdı. O sustu, kederini sakladı. Acı, onun ağzını mühürlemiş gibiydi. Duygularını hangi sözlerle ifade edebilirdi ki; onları boş yere arıyordu. Boş yere göz yaşları akıtmanın ne faydası vardı. O şimdi kutsal tanınan herşeyi ayak altına almaya, intikam namına her türlü cinayeti işlemeye hazırdı. O sıralarda, Dionysos adına yapılan bayramlar gelip çatmıştı.

Bu bayramları kutlamak, Trakyalı kadınların adeti idi. Geceleri şenlik yapılıyor, bütün şehir neşe içinde çalkalanıyordu. Kraliçe karanlıklar arasında sarayından çıktı. Ayinlerde giydiği elbisesini giymiş, eline silahını almıştı. Alnı asma dalları ile süslenmişti ve omuzlarına attığı bir geyik derisi sol tarafından sarkıyordu. Hafif mızrağını da yanına almayı unutmamıştı. Prokne adamları tarafından takip edilerek ormanda ilerliyordu. Çok heycanlıydı.

Kalbinde acının doğurduğu heycanı etrafındakilere dini bir heycan olarak gösteriyordu. Nihayet Philomela’nın kapatıldığı gizli yere geldi. Ona bağırdı, kapıları kırdı ve kızkardeşini kaçırdı. Ona Dionysos ayinlerinde giyilen elbiselerden giydirdi. Yüzünü asma yaprakları ile örttü, şaşkın ve zavallı bir halde olan Philomela’yı kendi sarayına götürdü.

Philomela bu iğrenç felaketinin sebebi olan kralın sarayının eşiğine geldiğini görünce korkudan titredi ve solgun çehresinin çizgileri gerildi. Onu sarayda bir odaya sakladıktan sonra Prokne, bahtsız kızkardeşinin üzerindeki elbiseleri çıkardı ve onun utancından kızaran yüzünü açtı, onu kucaklamak, kolları arasında sıkmak istedi. Fakat o kendisine ihanet etmiş gibi gözlerini kaldırıp yüzüne bakamıyor, daima alnını yere doğru eğiyordu.

Ona karşı tanrıları tanık tutarak kendisinin günahkar olmadığını ve zorla iffetinin kirletildiğini anlatmak istiyor, fakat dilsiz olduğu için sesinden yardım göremiyor, yanlız jestlerle derdini dökmeye uğraşıyordu. Prokne, kendini daha fazla tutamadı. Kızkardeşinin gözyaşı dökmesine kızdı; ”Ağlamak neye yarar, dedi. Öcalmak lazım, ben herşeyi göze aldım, hançer veya ondan daha keskin bir aletle onu vurmak ve meşale ile onun muhteşem sarayını ateşe verip felaketine sebebolan ahlaksızı diri diri yakmak arzusundayım. Bıçakla onun gözlerini oyup, dilini ve senin namusunu lekeleyen uzvunu kesmek ve vücudunu delik deşik etmek istiyorum.

Bunlardan daha korkunç, tüyler ürpertici ne gibi cinayetler yapılabilir, diye düşünüyorum.. ”Prokne, sözünü bitirmeden oğlu Itys yanına geldi. Önünde, hiçbir şey bilmeyen masum çocuğu görünce ona hain gözlerle bakarak ”Ah dedi, tıpkı babana benziyorsun.” Daha fazla birşey söylemeden kalbinin içinde kaynayan kinle aklında korkunç bir cinayet tasarlıyordu.

Bu sırada çocuk annesine yaklaşıp selamladı. Küçük kollarını annesinin boynuna doladı, sonra okşıyarak ve masum sözler sözliyerek onu öptü. Annesi, kendi vücudunun bir parçası olan yavrucuğunun bu hareketleriyle titredi ve istemeyerek gözleri yaşardı. Hiddeti ve nefreti biran için söndü. O sırada ana kalbinin şefkatle çarptığını, ruhunun çırpındığını ve düşüncelerinden vaz geçmek üzere olduğunu hisseti.

O zaman, gözlerini oğlundan kızkardeşine çevirdi ve ikisini de seyrede ede ”Niçin dedi. birisi dilsiz ve derdini anlatamazken, öteki okşayışlarıyla acıma uyandırabiliyor. Bak, seni nasıl bir adama vermişler ey Pandion’un kızı..bu kadar aşağı olma. Tereus gibi namuzsuz ve ahlaksız bir kocaya acımak cinayettir.”

Aynı zamanda Ganj nehri kenarındaki dişi kaplanların meme emen geyik yavrularını sık ormanlara götürdüğü gibi oğlu Itys’i kucağına alarak yürümeye başladı.

Az sonra sarayın en ucuna gelmişlerdi, çocuk kollarını uzattı, felaketini hissederek; ” Anne ah, anneciğim”diye bağırdı ve annesinin boynuna atıldı. Prokne, gözlerini çevirmeden küçük bir hançeri oğlunun kaburgalarına soktu. Zavallı yavruyu öldürmek için bir vuruş kafi gelmişti, fakat onu öyle bırakmadı, başını keserek körpe vücudundan ayırdı.

Titreyen vücudu, daha soğumadan onu parça parça yaptı, tunç bir tencereye koyarak, onların bir kısmını kaynattı. Arta kalanlarını kızgın kömürün üstünde kızarttı. Döşemeler kanla boyanmıştı. Prokne, daha Tereus’a birşey söylemeden bu yemekleri masaya koydu. Atina usulü üzere yalnız kocasının bulunabileceği bir ziyafet tertip ederek, kralın yanındaki adamlara çekilmelerini emretti. Tereus kendi eti ve kendi kanıyla karnını doyurdu. Ve kendi bağırsaklarını kendi karnına tıkıştırdı.

Sonra ”Bana Itys’i getiriniz” dedi. Prokne, sevincini gizlemedi, ona felaketi bildirmek için sabırsızlanarak ”İstediğin sende, senin içindedir, seninle beraberdir” dedi. Tereus, gözlerini etrafına gezdiriyor ve oğlunu arıyordu. Onu aradığı ve durmadan çağırdığı sırada Philomela, saçları darmadağınık bir halde içeri girerekItys’in kanlı başını babasının yüzüne attı. O öç alındığından ne kadar sevindiğini anlatabilmek için konuşmayı şimdiki kadar hiç bir zaman arzu etmemişti.

Trakya kralı, korkunç feryatlar kopararak, bu müthiş ziyafetten kaçtı. Bazen midesinden oğlunun kendisine yemek olarak verilen uzuvlarını çıkarmak istiyor, bazen ağlıyarak ”Ah, oğlumun mezarıyım” diyor ve Pandion’un kızlarını kovalıyordu. Onlar sanki kanatlanmış uçuyor gibiydiler, Gerçekten tanrılar onları kanatlandırmışlardı. Philomela bülbül oldu, ormanlara çekildi.

Prokne kırlangıç halinde damların altına sığındı. Bu cinayetin izleri henüz silinmemişti. Hala onun kanatlarında kan lekeleri vardır. Keder ve öç hırsıyla koşan Tereus’un alnı bir sorguçla süslendi, burnu uzayıp mızrak şeklini aldı ve bir taraklıkuş oldu. Bu felaketlerin acısıyla Atina kralı Pandion da vaktinden önce hayata gözlerini yumdu. Zavallı Itys’e gelince onun saka kuşu olduğunu söylerler.

144.jpg

Bu meşhur efsane hakkında bazı şairler ve mitoloğlar çeşitli görüşlere sahiptirler..

Anakreon ve Apollodoros; Philomela’nın bülbül değil kırlangıca çevirildiğini, Prokne’nin de bülbül olduğunu söylerler. Pausanias ise talihsiz prenseslerin Atina’ya kaçtıklarını ve orada bir köşeye çekilerek kimseye görünmeden bir müddet yaşadıklarını söyler, onlar o kadar kederli ve üzüntülü bir ömür sürüyorlardı ki, tanrılar bu dertli kızkardeşlere acıdılar, birisini bülbüle, diğerini de kırlangıca dönüştürdüler. Bu iki kuşun ötüşlerindeki hüzün ve şikayetler boş yere değildir.

Homeros, Philomela ve Itys’den bahseder, fakat Prokne ve Tereus’u tanımaz.

Hygin’e göre Tereus, kartala çevrilmiştir. Diğer Diğer bir iki mitoloğ Itys’in yabani güvercine ve dedesinin yani Atina kralı Pandion’un balık yiyen bir nevi karakuşa dönüştürüldüğünü ve bu suretle keder matemini tüylerinini siyahlığında taşıdığını söyler. Ovidios’un yazdığı şekil en çok kabul edilenidir. Batı şairlerinin, bülbülü çoğu zaman Philomela kelimesiyle anlatmaları da bunu gösterir. Mitoloğlar bu değişmelerden birçok anlam çıkarmaktadırlar. Şöyle ki:

Taraklıkuş da Tereus’un hantallığı vardır. Hızlı uçamaz ve biraz uçunca yorulur, yere konar, başında krallık tacının sorgucunu taşımakta ve uzun gagasını mızrak olarak kullanmaktadır. Hala avare avare dolaşmakta ve öldürülen oğlunu ”Itys, Itys” diye çağırmaktadır.

Koruluklarda gizlenen bülbüle gelince, o başına gelen felaketi herkesten saklamak isteyen, çelimsiz, dertli bir kuştur. Güzel bir kız iken zorla kirletilmiş, üstelik dili de kesilmiştir. Onun kimsenin yanına çıkacak yüzü yoktur. Feyatlarını, şikayetlerini mehtaba söyler, yıldızlara haykırır. Dokunaklı ve içli sesinde kederinin izleri, ümitsizliği vardır. Şairler onu çok yi anlar ve bilirler ki onun bir damla kalbinde bir keder deryası dalgalanmaktadır.

Ya kırlangıç; kocasına karşı duyduğu kinden ötürü oğlu güzel Itys’i hançerleyen, bu zavallı annenin evlerimizin çatılarında, bizim yanı başımızda ne işi var? Neden yuvasını kayalara, dağlara yapmıyor; ağaçların yüksek tepelerine kurmuyor da, açık bulduğu pencerelerden çatı aralıklaraına girerek sarayların, kışlaların, hanların, evlerin, hatta en fakir kulübelerin bile damlarına, tavanlarına kuruyor. Çünkü o hiddete kapılarak büyük bir cinayet işlemiş, elini evlat kanı ile boyamıştır. Dikkat etmediniz mi, göğsünün altında hala kan lekeleri vardır. Evleri gezerek öldürdüğü oğluna benzeyen bir çocuk aramaktadır. Ona acıyınız; o acı acı çığlık koparan, feryat eden dertli ve günahkar bir annedir.

(*)Kharitler: Letafet perileri. Tabiattaki güzellik ve neşe, insanların da, tanrıların da kalplerinde duydukları, güzellik hayranlığı onların eseridir..

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

Göz Atın
Kapalı
Başa dön tuşu
Kapalı

Reklam Engelleyici Algılandı

Lütfen reklamların gösterimine izin veriniz. Bu siteyi ayakta tutabilmek için gereklidir. Please allow ads to be displayed. This is necessary to keep the site up and running.